8 Ekim 2011 Cumartesi

Döngü

Zaman kısır bir kadın gibi
doğmayacak anları düşünde
dünüyle sevişiyor doludizgin
yarını yeniden tanımlamak istercesine
halbuki kan kaybediyor her saniye
ve ben düşünüyorum
bir özlem ne kadar haklı olabilir ki
bir hayatla kıyaslandığında
nedir ki bir özlem
hiç döllenmeyecek bir dünden başka


1 Ekim 2011 Cumartesi

Özgürlüğümüzün sınırına selam olsun...

Gün geçmiyor ki abes birtakım haberlerle karşılaşmayalım. "Hayırlı" bir şeylerden bahsetmek için eline kalem almayı özlüyor insan malum sınırlarımız içinde. Güzide ülkemizin neresinden tutsak elimize, kolumuza, dilimize bir saçmalık bulaşıyor. Konuştukça azalır sanıyoruz ve  her defasında susmama hakkımızı sonuna kadar kullanmakta diretiyoruz. Sonuç ise kısır döngü. Karşı karşıya kaldığımız durumların, küresel devinimin tersine doğru ısrarlı hareket ettiğini fark etmek enteresan bir tecrübe oluyor ve böylelikle kafamızda yer etmiş üç beş fizik kuralını da unutmaya meylediyoruz. 

Bir karikatüristin çizgisi sebebiyle cezalandırılma tehlikesiyle karşı karşı kalmasından mı yakınayım; bir çevirmenin ve çevrilen kitabı yayınlayan bir yayınevinin maruz kaldığı ürkütücü hukuk sisteminden mi, bu sistemi yaratanlardan mı, taşıyanlardan mı, ayakta tutanlardan mı?... Hangisinin daha korkunç olduğunu idrak etme çabası bile oldukça yorucu görünüyor. Mütemadiyen yanlış bir şeyler türetmeye programlı bu mekanizmaların herhangi birinin, bir diğerinin altında kalabilecek kadar doğruyu taşıma yetisine sahip olabileceğine ihtimal dahi vermiyorum. Olanları akılla açıklamak mümkün olsa, mantığımdaki boşlukları doldurmaları için gerekli alet ve edevatı temin etmeyi isterdim. Ancak ne yazık ki bu hiç olası görünmüyor...

Çizimi toplumumuzun "hassas" noktalarına temas etti diye rahatsız edilen bir çizerin, kaleminin elinden alınmamasını özgürlükmüş gibi addederek kendi dar zihin kalıplarına uygun tanımlamalar geliştiren vatandaşlar, savcılar, hakimler, bürokratlar veya politikacılar bu zihniyetle ne kadar nefes alabileceğimizi düşünüyorlar acaba? Bir kitabı çeviren kişinin ve onu okuyucularıyla buluşturan yayınevinin "müstehcenlik" kisvesi altında sokulmak istendiği kalıba ne denebilir ki? Bir yazarın, çizerin, müzisyenin, çevirmenin işini yaparken ensesinde bir gölge hissetmesine vesile oluyor bu vb. durumlar. Özünde ifade özgürlüğünün, bilgi edinme hakkının ne derece sınırlandığının açık kanıtı açılan soruşturmalar. 

Yapılan şikayetleri geçtim, -sunulan herhangi bir şeyden herkesin mutlak memnuniyet duymasını bekleyemezsiniz çünkü- asıl olarak şikayetler üzerine durumu kamu düzenini etkileyecek kadar ciddi ve tehlikeli bulan savcıların içinde bulunduğu ruh halini merak ediyorum. Sonrasında ise düzenlenen bu iddianameleri kabul eden ve korku imparatorluğunun inşasına yardımcı olan hakimlerin ne tür bir zihniyetin ürünü olduğunu çözmeye çalışıyorum. Dönüp dolaşıp bir kelimeye çarpıyorum : Muhafazakarlık. Farklılıkları törpüleyerek benzer kılma güdüsünün orijini bu kelimenin kalbinde yatıyor. Ancak içinde bulunduğumuz dönemlerde bu çok daha samimiyetsiz bir hal alıyor. Şöyle ki; muhafazakar kesim, özgürlüğü, demokrasiyi, insan haklarını dilinden düşürmüyor ve yapılan bunca yanlış, tanımları yolundan çıkarılmış, saptırılmış onca mühim kelime eşliğinde devam ettikçe daha da sinir bozucu bir hal alıyor. 

Her birimizin artık bulunduğumuz yerden daha geriye götürecek yeni duvarlara ve eski duvarları koruyucu tabulara değil, önümüzdeki duvarları da açacak yıkıcı araçlara ihtiyacı var. Özgürlüğün sınırları, sözü geçen birilerinin sınırlı özgürlük anlayışları baz alınarak belirlenmeye devam ettikçe ise bu çok zor görünüyor. Muktedirlerin borusunun öttüğü bir sistem, ne yazık ki  bir arada yaşamayı zorlaştırmaktan başka hiçbir şey yapamıyor.

23 Ağustos 2011 Salı

Kafam her daim güzel benim

Bir insan, varlığının görmezden gelinmesine katlanamadığı için mi var olduğunu kanıtlamak istercesine kolunuzdan tutar ve sonra bu defa kendi iradesiyle yok olmayı seçer? Evvel zaman içinde silinip gitmek, yok olmak, saklanmak için elinden geleni yapan insanoğlu için neden sonra fark edilmiyor, önemsenmiyor, görülmek istenmiyor oluşu sinir bozucu olmaya başlar? Peki aynı insan görmezden gelinmesine sebep olan görünmezlik hapını kendi iradesiyle yuttuğunu tam olarak ne zaman unutur?  Varlığının reddedilmesi olması gereken değil midir? Mutlak doğru bu değil midir? Varlığını kanıtlamak istercesine karşınıza dikilip, gereksiz kelimelerini size sunduktan sonra hayatınıza dahil olduğunuzu düşünmesi bir nevi reenkarnasyona inandığını göstermez mi? Peki bu kişi reenkarnasyona gerçekten inanmakta mıdır? Eğer inanmıyorsa içinde bulunduğu durumun hayatta bir karşılığının olmadığını fark etmesi için ne kadar bir süre geçmesi gerekmektedir? Yoksa yarattığı durumun saçmalığını idrak edebildiği için mi yeniden yok olmayı tercih etmiştir? Eğer karşısındaki kişinin hayatında olması ya da olmaması pratikte hiçbir şeye karşılık gelmeyecekse yani varlığı ile yokluğu bir olacaksa, varlığını reddeden kişiye görünme çabası var olabilme ihtimalini sevmesinden mi kaynaklanmaktadır? Yoksa tüm derdi ancak kendisi istediğinde yok olabileceğini ve kendisi istediğinde var olabileceğini, karşısındaki insanın iradesi sebebiyle görünmez kılınmadığını kanıtlamak mıdır? Tüm bunları yapmayı neden istemektedir? Düşünce sistemi nasıl işlemektedir? Peki ya bu insana " Tanrı aşkına senin derdin ne diyemeyen?" karşısındaki insanın sorunu tam olarak nedir? Kahrolası çenesini kapamayı sürdürmeyi, kararlı olmayı neden becerememektedir? Hiç konuşmuyor olduğu zaman içinde bulunduğu saçmalığın, konuştuğu zamanlarda yani görmezden gelmediği, varlığını kabul ettiği zamanlarda daha da dayanılmaz boyutlara ulaştığını anlamamakta mıdır? Eğer anlıyorsa anladıklarını karşısındakine anlatmayı neden seçmemektedir? Medeniyet samimiyetsiz konuşmalar yapmak, naylon ilişkiler kurmaktan mı ibarettir? Eğer öyleyse ciddi ciddi "canavar" mıdır? Hakikaten tek dişi mi kalmıştır?...

24 Temmuz 2011 Pazar

Bitter Moon üzerine...

Aşk, tutku, cinsellik, sevgi, saygı, kadın, erkek, evlilik ve ilişkiler üzerine fazlasıyla düşünmeme sebep olan bir film izledim; filmin adı Bitter Moon. Kesinlikle rahatsız ediciydi, huzur bozucuydu, can sıkıcıydı.
Doruklarında yaşanan bir aşkın, renkli bir cinsel hayatın ve inanılmaz bir tutkunun nelere dönüşebileceğini, dönüşürken neleri götürebileceğini kaçırmanıza imkan veremeyecek kadar net mesajlarla veren bu film, sizi aşkın tavan ve taban dönemlerine şahit ediyor. Yatak odalarına giriyor, fantezilerine dahil oluyor, tutkunun sınırlarını keşfetmeye çalışıyorsunuz. Yalnız başına tutkunun bağladığı insanların aslında ne kadar ince bir ip üzerinde adeta cambazlık yapar gibi bir ilişkiyi yürütmeye devam ettiklerini görüyor, dolayısıyla aşkın saikinden korkar oluyorsunuz. Rutin, güvenilir ve aslında sıkıcı bir ilişkinin insanın gerçekten ulaşmak istediği tek şey olup olmadığını sorgulamaya başlıyorsunuz. Mütemadiyen kendi içinizde çelişen cevaplar buluyorsunuz. Cinselliğin zaman içinde tükenişine; dolayısıyla aşkın dayanaksız kalışına, ruhlarını birbirine dokunduramayan kadın ve erkeğin birbirine yabancılaşmasına, aşk ve nefret arasındaki incecik çizgiye ve daha bir çok şeye tanık oluyorsunuz. Aşkın anı kusursuzlaştırma yönündeki başarısının, yarın söz konusu olduğunda nasıl da tükendiğini görünce irkiliyorsunuz. Bir kadının, ilişkisini ayakta tutmak adına nelerden ödün verdiğini, nelere katlanmayı göze aldığını, kendisini ne kadar aşağılayabildiğini ve günün birinde yorulduğunda ne kadar tehlikeli olabildiğini; erkeğin ise, ilişkiyi bitirmeye karar verdikten sonra ne kadar acımasız hale gelebildiğini, ne kadar bencil davranabildiğini farkedip, belki de aslında cinsiyet temelli olmaması ve karakter analizinden ibaret kılınması gereken çeşitli ihtimaller üzerine uzun uzun düşünmeye başlıyorsunuz.
Filme dair daha önemli detaylar var elbet. Özellikle, son 10-15 dakikasını “Yok artık” nidalarıyla izlediğimi itiraf etmeliyim.
Özetle tarafımdan şiddetle tavsiye ediliyor bu film.

( Bu arada film 90’lı yıllara ait; yani gene gecikmiş bir seyir, gene gecikmiş bir yorum ve gene gecikmiş bir hazla gelen tavsiye. )

20 Haziran 2011 Pazartesi

Bisiklet (Mor ve Ötesi)



Sevdiğim bir film,sevdiğim bir şarkı, sevdiğim birçok şey... ve bir klip.
Keşke hayat sevdiğim şeyleri bir arada tutabilme gücünü uzun süreli olarak bana teslim etse, direnmekten yorulsa. Kendimi ait hissettiklerimi, birbirlerine aitlermiş gibi iç içe geçmiş görebilsem. Yaşama yükümlülüğü güzelleşse birdenbire. Olan bitenin bir anlamı varmış gibi hissedebilsem bir an için. Bir gün unutmak için çabalamak zorunda kalacağım hiçbir şeyi yaşamamış olsam, yaşamasam. Affetmeye önce kendimden başlayabilsem. Öfkem çarpsa ses tellerime ve ruhum bir nebze huzur bulabilse. Beni değerli kılanları özgür zihnimin sınırsızlığında ağırlasam ve dilediklerinde yolcu etmeyi becerebilsem sınırlı benliklerine. Keşke basabilsem pedalı gökyüzüne...

29 Mayıs 2011 Pazar

'rast'gele

mesafelerimden uzanıyorsun bana
hiçbir boşluk bu denli uzak olmadı önceleri
öyle ki tanımsız kılmaya yeter seni
ama düşünüyorum da sevgilim
sonsuzluk ikimize dar geliyor gibi
zaman sesini duyunca korkuyor
çekiyor üzerimden ellerini
yakınlık kalıyor geriye yalnızca
bir de geçmişe asılı kelimelerim
an ile dün arasında bir yer
eğer varsa sonsuzluğun kalbi
tam burası olmalı diyorum
sonra anlıyorum ki sevgilim
yaşamak seninle dünü eksiltmek gibi
sensizliğimden dokunuyorsun bana
daraltıyoruz geçen günleri





18 Mayıs 2011 Çarşamba

bilemedim ne desem

Geçtiğimiz günlerde dahil olmadığım ama kulak misafiri olduğum bir konuşmada,sevmenin subjektif bir eylem olduğundan,karşınızdaki kişinin sizi lügatınızdaki tanımlamaya eşdeğer bir formda sevemeyeceğinden ve dolayısıyla bu tür bir beklentinin hayal kırıklığı ile sonlanmasının kaçınılmazlığından söz ediliyordu.Yani tanımlamalarla ilgili farklılıkların yeryüzüne yansıması ile şekil bulan ilişkilerin,bu farklılıkları görmezden gelerek;hatta bunları ortadan kaldırmaya veya benzer kılmaya yeltenerek ilerlemeye cüret etmesinin olumsuz sonuçlar doğuracağını düşünüyorlardı.Sanırım haklıydılar da...Bu fazlasıyla olgun ve cesur bir yaklaşım,kabul ediyorum.Fakat ne yazık ki uygulanabilirliği ya da anlaşılabilirliği ile ilgili zorluğu görmezden gelemiyorum.Sadece uygulanabilirliği ile ilgili değil sıkıntım aslında.Sevginin ve yeryüzünde yansımalarının ortak bir dil oluşturması gerektiğine dair inancım,bu savın doğruluğunu hakikatim kılmama engel oluyor.Şöyle ki karşınızdaki kişinin sizi hayalini kurduğunuz sevme biçimlerinden uzak,tanımlamakta ve dolayısıyla anlamakta güçlük çektiğiniz bir şekilde seviyor oluşunu kendinize nasıl açıklayabilirsiniz ki?Bilmediğiniz bir dili okumanız mümkün müdür?Hadi okudunuz diyelim,ya anlamanız?Renklilikleri ortadan kaldıracak kadar net bir uyumdan bahsetmiyorum tabi;ama asgari olarak bazı unsurların her birimiz için benzer olması gerektiğini düşünüyorum.
Bilmem anlatabildim mi?
Bilmem siz ne düşünmektesiniz?
Merak da etmiyorum aslında.
Bu tür içinden çıkılması güç tartışmalar içine düşmemek en iyisi.
Biz,keyfim ve kahyasıyla gayet iyiyiz;saçmalıyoruz mütemadiyen.Siz ise takılmayın böyle şeylere,sevişmeye devam derim.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

diyorum ki...

Sıkılıyorum. Söz konusu ben olduğuma göre çok enteresan bir durum olduğunu söyleyemiyorum. Büroda olmama, kendi çapımla orantılı olarak bir şeylerle meşgul olmama rağmen sıkılma halim baki... Ne istediğimi biliyorum; ama bilmek istemiyor gibiyim ya da bilmiyorum; ama bildiğimi zannetmekteyim. Bildiğimi düşündüğüm ama bilmekten kaçındığım isteğimi dile getirmekten evleviyetle korkuyorum. Zaten bu da ilginç değil. Çünkü genel olarak ben hep korkuyorum. Sonrasında korktuklarım bir bir başıma gelse de korkmaktan yorulmuyorum. Amma velakin sıkıntı şu ki sıkılıyorum. Sence nedir durum? Bence bildiğin kaşınıyorum. Kaşımanı istemiyorum. Kaşımak da istemiyorum. Ne istiyorum? Ne istediğimi söylememek istiyorum. İfade etme özgürlüğümüz pek yok gibi ama şükürler olsun ki etmeme özgürlüğümüz hala yerinde duruyor. Öyle işte. Sessiz sessiz,sıkıcı sıkıcı...

23 Nisan 2011 Cumartesi

işte tüm mesele bu

Bir gün düşünün, diğerlerine hiç benzemiyor; ama diğerlerinden bir farkı da yok.Değerini tam da buradan alıyor;kaçınılmaz benzerlik içinde benzersiz kılınmış olmasından…
Her gün birbirine benzemez mi aslında?Günün sonunda,günü diğerlerine kıyasla iyi ya da kötü kılan şey,güne dokunabilen insanın,gün üzerinde bıraktığı izler değil midir?Gün müdür yoksa bize dokunan?Eğer günü anlamlı kılan şeyin bizim irademiz dışında işleyen bir mekanizma olduğunu dolayısıyla günlerin anlamlı ya da anlamsız olmak üzere tasarlanmış bir şekilde bizi beklediklerini düşünürsek,bu, hayatımız üzerinde etki alanımızı fazlasıyla sınırlandıran bir saptama olmaz mı?Ya da başkalarının hayatımız üzerindeki etkisini olağanlaştırmaz mı?Halbuki hiçbir şey bu derece olağan değildir.Hayatı şekillendiren kendi irademizle aldığımız veya alamadığımız kararlarımızdır.İradeler yaratır sıradan olmayan ne varsa.Yani günler değildir bize dokunan;biz yaratırız sıradan günler içinden,sıradan olmayanları…
Sonra iradeler değişir;iradelerle birlikte günler de…Sonrası malum.Hayatımızı anlamlı kılan bu günleri unutmamız gerekir.Unutmadıkça diğer günlere hak ettikleri anlamları vermek mümkün olmaz çünkü.Ve işte hayat, kendi irademizle yarattığımız ne varsa bir gün yıkmayı ve sonra yenilerini yaratmak üzere hayaller kurarak uyumayı alışkanlık haline getirdiğimiz saçmalıklar bütünüdür.
Kurmak ve yıkmak;istemek ve bıkmak;alışmak ve korkmak;sevmek ve yorulmak;yaşamak ve durulmak…

22 Nisan 2011 Cuma

Devlet Tiyatroları üzerine...

Geçtiğimiz günlerde yaşanan saçmalıklar silsilesinden her birinizin haberdar olduğunu zannediyorum.Eee tabi ortalıkta bunca saçmalık varken hangisine değinmek istediğim önemli.Sümeyye Erdoğan’ın önderliğinde başlatılan,ardından devlet erkanınca devam ettirilen ve Devlet Tiyatroları’nın kapatılma ihtimalini gündeme taşıyan olaylardan bahsediyorum.
Sümeyye Erdoğan’ın iç dünyasına inmek ve onun komplekslerini anlamlandırmaya çalışmak gibi bir niyetim yok.Olanlar açıklamayı gerekli kılacak bir ciddiyet taşımıyor ne yazık ki.Ancak;Kültür Bakanı,Sümeyye Erdoğan ve onu takiben oyunu terk eden bilumum polisi epey ciddiye almış olacak ki tiyatro oyuncusu Tolga Tuncer’i yanına çağırarak ikaz etmekle kalmadı;bu olay vesilesiyle DT ile ilgili içinde kalmış düşüncelerini de ortaya koydu.
Ertuğrul Günay,söyledikleri üzerine aldığı tepkiler sonrasında,DT’nin kapatılacağına dair bir şey söylemediğini açıklayarak her birimizi “başarılı” bir şekilde paranoyak ilan edip,sözlerinin yanlış anlaşıldığından dem vursa da,hararetli bir tartışmanın başlamasına ve haklı bir hareketin doğmasına engel olamadı.
Devlet Tiyatroları üzerine bir tartışma yapmak elbette mümkün;ancak bu tartışmanın DT’nin kapatılmasına yönelik olması çok üzücü geliyor bana.Çünkü DT, bu ülkede sanatın yeterince ulaşamadığı birçok yere,en güzel sanat eserlerini taşımayabilmek ve insanlarla tanıştırabilmek adına yıllardır takdir edilesi bir mücadele veriyor.Türkiye’de yaşayan birçok kişi,minimum ücretler karşılığı,hem doyurucu bir sunumla karşılaşma fırsatı buluyor,hem de böylece sanata daha yakın ve duyarlı hale geliyor.Bu durumda bizim yapmamız gereken bu renkli dünyanın kapılarını kapatmak mıdır?Yoksa daha da renklenmesi için çaba göstermek midir?
Devlet Tiyatroları’na ayrılan ödeneklerin yükseltilmesi,sahne sayısının arttırılması,devlet tiyatrocularının statülerinin tartışılması,sergilenen ve sergilenecek oyunlarla ilgili işleyen sansür mekanizmasının tamamen devre dışı bırakılarak DT’nin özgürleşmesi ve şu anda dile getiremediğim daha nice aksaklıkla ilgili bir tartışma başlatmak ve mevcut olan sorunları ortadan kaldırmak adına çözümler üretmeye çalışmak gerekiyor.Ancak anladığım kadarıyla Bakan Günay’a bu olumsuzlukları gidermek adına herekete geçmek yerine DT’yi ortadan kaldırmak daha kolay geliyor.Ne üzücü ama…
Bu olayın bana üzüntü veren bir diğer kısmı ise,özel tiyatroların ve özel tiyatrolar için çalışan oyuncuların bir kısmının,DT’ye destek için harekete geçen ve ses çıkaran sanat severleri,tutuculukla ve ayrım yapıyor olmakla suçlamaları oldu.Evet,belki özel tiyatroların başına gelen onca olumsuzluk gündemi bu kadar meşgul edemiyor,edemedi ama bu sanata duyarlı,özellikle tiyatroyla yakından ilgili olan kimselerin,özel tiyatroların mücadele etmek zorunda kaldıkları olumsuzluklardan hoşnut olduklarını ya da daha naif bir şekilde söylemek gerekirse bu olumsuzlukları önemsemediklerini göstermez.Özel tiyatroların kapatılması,sansürlenmeye çalışılması;özel tiyatrolara yeterince destek verilmemesi ve daha nicesi sanata karşı duyarlı olan herkesi elbette rahatsız ediyor.Bundan şüphe duyuyor olmak bana pek de adil bir tutummuş gibi gelmiyor açıkçası…
Devlet Tiyatroları’na ve oyuncu Tolga Tuncer’e destek için internet üzerinden birçok kampanya yürütülüyor.Eylemler yalnızca sanal dünya ile sınırlı değil tabi.Geçtiğimiz günlerde Ankara’da Büyük Tiyatro önünde de bir eylem gerçekleştirildi ve eyleme katılanlar büyük bir içtenlikle DT’ye sahip çıktılar,Tolga Tuncer’in yanında olduklarını dile getirdiler.Ne yazık ki ben orada olabilen şanslı,duyarlı insanlardan biri olamadım;yani somut olarak…Şimdi buradan bir kez daha dile getirmeyi ise,yıllardır DT sayesinde müthiş oyunlar izleme fırsatı yakalamış bir izleyici ve tiyatro sever olarak bir sorumluluk sayıyorum ve diyorum ki: ” DT bizimdir;kapatılamaz. ”

Not: Yazının gecikmesi tamamen bloglar üzerindeki sansürden kaynaklanıyor.Ama geç de olsa bir şeyler söylemek gerektiğini düşündüğüm için kapayamadım gene çenemi.Sevgiler efenim…

Su - ret

Zamana emanet edilen kelimeler
Sonsuz boşlukta tanımlanmayı beklerken
Anlam kök verir evrenin yitik dilinden
Uzam içinde renklenir suskun öyküler
Sulandıkça çürümeye yaklaşır her biri
Ne de olsa zordur bir anlamı büyütmek

Dün ile yarın arasına sıkışmış sesler
Habersizdirler anın getirdiklerinden
An ki kaybetmeye mahkumdur bildiklerini
Zamansa dardır almak için düşleri geri
Hem mümkün müdür bir kaybı yeşertmek

Saatlerin koluna takılmış suretler
Habersizdirler suyun götürdüklerinden

16 Şubat 2011 Çarşamba

?

Yaşıyor olduğum hayat yalnızca bana ait ise,nasıl oluyor da günün birinde bir başkasının müdahalesine bu kadar açık hale geliyor?Nasıl bir başkasının aldığı nefesi benim bedenim soluyor?Nasıl bir başkasının yokluğu nefes darlığıma sebep oluyor?Ya da tam olarak ne zaman ve kim bir diğerinin varlığıma renk katmasına göz yumuyor?Tüm bunlara ben mi izin veriyorum?Başkalarını,birilerini veya diğerlerini seçen ben miyim?Yoksa seçimler yaşadığım hayatı anlamlı ve bana ait kılmak için uydurduğum kılıflar mı?Seçmediklerimin bu denklemde etkisi yok mudur?Peki ya başkalarının seçimlerinin benimkiler üzerinde yıkıcı bir etkisi olamaz mı?Yani ya yaşadığım,yalnızca seçmek zorunda bırakıldığım,bir süre sonra kendi seçimim olduğuna inandığım;halbuki bir başkasının seçimi olmaktan öteye gidemeyen ve hiç de bana ait olmayan hayatsa?Korkunç değil mi?Komik değil mi?Yorucu değil mi?...

25 Ocak 2011 Salı

"The Deer Hunter" üzerine...


Geçtiğimiz günlerde "The Deer Hunter" filmini izledim.1978 yapımı,bir Michael Cimino filmi.İzlemekte epey geç kalmış olduğum bu film,Amerika'da yaşayan,Rus kökenli,Amerikan vatandaşı üç arkadaşın,Vietnam savaşına dahil olmadan önceki,savaş sırasındaki ve savaş sonrasındaki hayatlarını anlatıyor ve böylece izleyicinin savaşın yol açtığı yıkımı daha net görebilmesine fırsat sunuyor bence...Bence diyorum çünkü filmi izledikten sonra edindiğim bilgilere göre,filmin savaş karşıtı olup olmadığı konusunda epey hararetli tartışmalar var.Tartışmalara sebep olan sahne ise,filmin final sahnesi."God bless you America"naraları,bazı izleyiciler tarafından yeterince ironik bulunmayınca,filmin savaş karşıtı mı yoksa aksine şovenist bir tavır mı sergilediğine dair polemikler bitmek tükenmek bilmez olmuş.(daha doğrusu ben bitip bitmediğine dair net bir veriye ulaşamadım.)
Amerika’ya olan sadakatlerini göstermek istercesine,yükümlülüklerini yerine getirmek üzere askere giden üç arkadaşın,savaş esnasında şahit oldukları vahşet sebebiyle ait olmadıkları bir yerde olduklarını dile getirmelerinin ve savaş sonrasında yaşamlarının alt-üst oluşunun tüm gerçekliğiyle sergilenişinin,filmin nerde durduğuna ve ne anlatmak istediğine dair yeterince net göstergeler olduğunu düşünüyorum.Ayrıca yalnızca zevk uğruna avlanan geyiklerin,yine çıkarlar uğruna dahil olunan savaşlarla birlikte “av” haline getirilen insanlarla aralarındaki benzerliğe vurgu yapılmak istendiğinden olacak ki,savaş öncesinde geyik avlamayı bir hobi gibi hayatına dahil etmiş bir adamın(Robert De Niro),savaş sonrasında geyik avlayamayacak hale gelmesi çok başarılı bir vurgu bence.Tüm bunlara dayanarak,filmin son sahnesinin tamamen ironik bir anlam ifade ettiği aşikar.Aksini düşünenler tarafından ikna edilmek isterim elbet…
Tüm bunlar bir yana gerek oyuncuların performansları,gerek bizi gerçeklerin içine dahil edebilen başarılı çekimleri ile film sanatsal anlamda da çok başarılıydı.Bir de özel olarak Christopher Walken'ın oyunculuğu beni benden aldı;mükemmeldi.Robert De Niro için ise kelimelere ne hacet...Son olarak filmin 5 dalda Oscar aldığını da belirterek gevezeliğime son veriyorum.
Tamam,sustum,bitti.=)))

23 Ocak 2011 Pazar

...nasılım?

- hayata adapte olman gerekiyor;olmuş gibi yapmak değil,gerçekten olmak.
- olduğuma inanman gerek,olmadığımı iddia etmeyi bir an önce kesmen gerek...
- duvarlar içine sıkıştırdığın bir hayatın var.
- duvarlar...benim marifetim değil tüm bu olanlar.
- günah keçisi aramana gerek yok.böyle devam etmeyi,onların arkasına saklanmayı sen tercih ediyorsun.
- başka türlü olmasını gerektirecek bir şey yok zaten.
- insanlar var,başka başka hayatlar...
- farklı bir şey yok yani işte.
- her insan bir diğerinden farklıdır.
- her insan bir diğerinden daha kötü olma ihtimaline sahiptir tabi,haklısın.
- insanlardan yalnızca kötülük üretmeye programlanmış bilgisayarlar gibi bahsedemezsin.
- böyle bir şey söylemeye çalışmıyorum.yalnızca iyilik yapmalarına izin verecek kadar yakın olmadıkça kötülük yapmalarına da engel olduğumu anlatmaya çalışıyorum.
- bir korkak gibi davranıyorsun desene şuna...
- yalnızca korkmuyorum...çok korkuyorum.
- korkularına birçok kılıf uydurabilirsin,onları birçok şeye bağlayarak haklı kıldığını zannedebilirsin.ama yaşadığın sürece,yaşamaktan korkar hale gelmene sebep olan şeyleri meşrulaştırman zorlaşır.bu bir balığın yüzmekten korkması gibi olur;su içinde yalnızca nefes alması gibi...

"O ben ki  
 Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa."


6 Ocak 2011 Perşembe

reklam değil;tavsiye=))

Evettt gençler...
"Yok artık daha neler" yılı olarak adlandırdığım 2010 yılını noktalandırdıktan sonra,2011 yılına giriş mahiyetinde bir şeyler yazayım dedim.Ne yazacağıma ise pek karar veremedim.Durum böyle ama malum bende bastırılamaz bir konuşma isteği var ki önlemek pek mümkün değil gibi.O halde biraz gevezelik etmemin sakıncası yok.İçi boş şeylerden bahsedip de canınızı sıkmak da istemem elbet;hatta aksine can sıkıntınızı giderecek bir şeyler önermek isterim.Özellikle film izlemeyi sevenlerin hoşuna gideceğine emin olduğum bir site keşfettim.Bir süre bu siteyi didiklemekle ve kendime saklamakla meşgul olduğumdan gecikmeli bir bildirim olacak zannediyorum;ama olsun.Tamam,kısa kesiyorum;sitenin linki şudur:
www.odfi.tv
İyi vakit geçireceğinize eminim.;)