24 Ocak 2010 Pazar

...

Düşüncelerin kurşunlandığı,bombalandığı bir ülkede yaşıyoruz. Halbuki düşünceler ölmüyorlar.Düşünceler sonsuzluğa akıyorlar ; nereye döküldüğü belli olmayan bir nehir gibi...
Biri düşünüyor. Düşündüğünü dile getiriyor ; yazıyor, konuşuyor... Sonra düşünmenin bedeli ölüm oluyor ; oluveriyor ; oldurtuyorlar. Öldüren katil oluyor, değil mi? Yani kurşunu atan ,bombayı patlatan vb. Katil , elle dokunulabilir , gözle görülebilir biri olsa gerek , yani somut.Bazen soyutlaşabiliyor; soyutlaştırabiliyorlar. Takdire şayan bir çabayla görünmez kılınan tüm katillerin elleri her birimize dokunuyor.Gazetelerde, televizyonda, kitaplarda, sokaklarda... Çocuklarımıza dokunuyorlar yeni katiller yaratmak üzere. Onlarla yaşıyoruz; onlarla büyüyoruz.Yeterince korkunç ,değil mi? Henüz değil...
Daha korkuncu ne biliyor musunuz?Düşündükleri için öldürülen insanların ölümlerine,kendi düşüncelerine yakınlığı ya da uzaklığı doğrultusunda isyan eden masum bireyler fakat dolaylı katiller görmek.Efenim ne münasebet demeyin.Bir güzellik yapın da düşünerek hareket edin bir kez olsun.Önce şuna karar verin.İtiraz ettiğiniz şey tam olarak ne?Düşüncelerini dile getirdiği için birinin öldürülmesi mi ,yoksa sizin gibi ya da size benzer düşündüğü için birinin öldürülmesi mi?Olması gereken,insana yakışan, ilk söylediğim şeye bir itirazınızın olmasıdır.Sizi,bir düşünürün katili olan iradeden ayıran yer tam olarak orasıdır.Yalnızca ikinci olarak söylediğim şeye bir itirazınız varsa aramızda dolaşan soyut katil figürlerine ne kadar yakın olduğunuzu irdeleyin derim.
Mesele, kurşun sıkmakta,bomba patlatmakta vs. değil sadece.Ne burda bitiyor,ne de burda başlıyor.Daha derinlerde,her birimizin vicdanında saklı.Bebeklerden katil yaratan zihniyetlerden arınabilmemiz ancak vicdanının sesini dinleyen bireyler oldukça mümkün.
Düşünceleri yüzünden öldürülmüş beyinleri ,kendi düşüncelerinin kalıpları sınırlarınca ananlara ,kendi düşünce sınırlarına uygunlukları nasibince onların katillerini yargılayanlara,böylece o ölümleri nasıl da meşrulaştırdıklarını farkedemeyenlere üzülüyorum.
Sonuç olarak bugün "24 Ocak'ta ne olmuştu?" diyorum;tıpkı 19 Ocak'ta diyebildiğim gibi...

21 Ocak 2010 Perşembe

Eksik Günler

Geriye ne kadar kaldı bizden
Ne kadar kaldık ki
Eksiltirler bizi yarından
Zamansız yalnızlığın sebebi
Hangi gerçeğin temsili
Elimizde var olan
Bir denklem bilinmeyenli
Belirsiz gecikenler
Net değil yetişebildiklerim
Ve bir mucize şimdi
Çıkarmak sensizliği andan
Kalanlar bizim
Benle senin
Ben ve senin
Ben, senin.

19 Ocak 2010 Salı

Katili tanıyoruz;adalet istiyoruz

Hrant Dink'in katledilişinin üzerinden 3 yıl geçti.Zaman,hala adaletin aleyhine işlemeye devam ediyor.Adaletin geciktiği her gün,Hrant Dink,bir kez daha vuruluyor;bir kez daha uzanıyor kaldırıma kalkmamak üzere...

Gelinen noktaya dönüp baktığımızda tetiği çektirten iradenin ortaya çıkmasına engel olmaya çalışanları görüyoruz;hatta aşikar olarak ortada olanların üstlerinin nasıl örtüldüğüne tanıklık ediyoruz.Haliyle hukuk hiçbirimizin vicdanına dokunamıyor.Acı her geçen gün daha da katlanılmaz hale geliyor.

19 Ocak 2010.Kültür Başkenti eşşiz İstanbul'un sokaklarından birinde hala bir ceset yatıyor.Tedirgin ruhu kalkamıyor kanlı kaldırımdan.O'nun orada olduğunu bilenler ses vermek için gidiyorlar yanına.O'nun sesi oluyorlar hep birlikte."Adalet için;Hrant için" diyorlar.Katili tanıdıklarını haykırıyorlar.

Katili tanıyoruz.Bu ülkede,düşünen insanların ölüm fermanını yazanların kimlikleri ortaya çıkarılmadıkça,daha nice beyaz bereliler tanıyacağımızı biliyoruz.Aramıza karıştıklarında bir "kahraman" gibi karşılanacak canilerin,"neferlik" hikayelerine kıymet takdir edilmesini istemiyoruz.Dayanamıyoruz.İşlemeyen adaletin gebe olduğu cinayetleri görüyoruz;korkuyoruz.

19 Ocak 2010.Rakel Dink'i görüyorum."Hangi karanlık unutturabilir sevgilim?" diyen titrek sesi kulağıma geliyor.İçim acıyor yine...

Adaletin geciktiği her gün koku yayılıyor;farkında mısınız?Koca bir ülke ceset kokuyor.

3 Ocak 2010 Pazar

Avatar üzerine...

İnsanın adım attığı yeri talan etme,farklı olan ne varsa kendine benzetme çabasına fantastik kahramanlar aracılığıyla büyüleyici bir bakış atmak için Avatar...

İçinden geçtiğimiz zamanda başkalarının hayat alanlarını işgal etmek üzerine kurulan politikaları,bu politikalarla beraber gelen talan etme güdüsünü,yerin yüzünü eskitmek için daimi olan insan çabasını görmek için üstün bir varlık olmanın gerekmediği aşikar olsa da,James Cameron;görmemekte,görüp de bilmemekte,bilip de konuşmamakta ısrar eden herkese yarattığı insan üstü varlıkları aracılığıyla okkalı bir mesaj gönderiyor;görünür kılıyor görülmesi gerekeni.
Büyüleyici bir gezegende,renkli karekterlerin yanında ve konuşan doğanın içinde buluyorsunuz kendinizi.Size benzeyenlerin nefes alınabilen yeni bir yer keşfetmenin verdiği şevkle ve anlamsız devlet çıkarları uğruna neler yapabildiğine tanık oluyorsunuz;kanınız donuyor.Mücadelesini haklı kılmak adına sebep üretip sonra o sebebe inananları anımsıyorsunuz;yaratılan "düşmanları"...Öyle ürkütüyor ki sizi size dair olan ne varsa, "ötekine" sarılmak arzusu geliyor gitmemecesine.Eğer hala tohumunuza katılmış olan insanlığa dair birşeyler hatırınızdaysa Pandora'ya yakın hissediyorsunuz.Naviler'in mücadelesi buralarda insanlık tohumlarını yeşertebilmiş olanların dertleriyle eşleşiyor.Yeryüzünde dönüşüm yaşanıyor maviye doğru..
Efenim sonunda huzura kavuşuyor bu mavi dev yaratıklar.Pandora bir insan kazanıyor nihayetinde ya da bir insan Pandora'yı kazanıyor.Haset etmiyorsunuz;bir nevi tatmin oluyorsunuz gibi gibi..
Sonra ışıklar yanıyor yavaş yavaş...
Dünya'ya iniş bu,belli...
Gözlerinizi açtığınızda birkaç mavi adam görüyorsunuz.
Ellerinize bakıyorsunuz hızlıca...
Ya mavisiniz ya da boşverin...

1 Ocak 2010 Cuma

bırak ruhun düşe dalsın


bir hikayeden yürürken gerçekliğe
ardında sayısız düşü alıyorsun nefesine
bilinene dair ne varsa katıyorsun kendine
peşinde sahipsiz sokağın dili
bilinmeyenleri susturuyorsun gizlice
soluksuz kalanların öyküsü gibi
şehrin kalbini durduruyorsun sen de
uykudan uyanıyor tüm caddeleri
tıpkı onlar gibi benzer kelimelerle
şehrin kalbini kırıyorsun sen de
aklına yol verirken boğuyorsun kendini
düşlerinin tanıdık suretleriyle
soluksuz kalanların öyküsü gibi
şehrin ellerine basıyorsun sen de
tedirgin ediyorsun kuytudaki delileri


adımların hızlanıyor gitgide
farkında olanların bilindik sesi
takip ediyor hayallerindeki izi
dönüşlerin hızlanıyor böylece
şehrin içini bulandırıyorsun sen de


bir hikayeden varırken gerçekliğe
ardında sayısız ölü katıyorsun kente
düne dair ne varsa özlüyorsun bir gece
peşinde sahipsiz sokağın dili
bilinenleri susturuyorsun gizlice
hayatta kalanların öyküsü gibi
şehrin sesini duyuyorsun sen de
gerçeğe son verirken buluyorsun kendini
hayallerin tanıdık gücüyle
hayatta kalanların öyküsü gibi
şehrin renklerini görüyorsun sen de
bırakıyorsun nefesindeki düşleri geri